Ana içeriğe atla

Değişiyorum O Hâlde Varım

    Değişimden uzak bir şekilde yaşamak mümkün müdür? Yani hayatın kaçınılmazlarından olan değişime aldırmadan, değişimle yolumuz hiç kesişmeyecekmiş gibi… Eğer ‘evet’ cevabını verebiliyorsanız tebrik ederim, kendinizi kandırmakta ustasınız. Bazılarınız benim bu sözlerimin gereğinden fazla cesur olduğunu düşünebilir. Yine de bunları söyleme cesaretini kendimde görüyorum, çünkü eskiden ben de bu soruya ‘evet’ cevabı verirdim. Ama hayatımın bazı bölümlerinde o kadar hızlı ve net değişimler yaşadım ki, kendimi kandırmaya yönelik bütün uğraşlarıma rağmen bu gerçeği kendime itiraf etmek zorunda kaldım.

    Değişim teriminden kastımı sorduğunuzu duyar gibiyim. Burada bahsetmeye çalıştığım değişim yaşadığım çevrenin veya insanların bana karşı tutumlarının değişimi değil. Asıl bahsetmeye çalıştığım şey çevremin ve çevremdekilerin gölgesinde kendi içimde yaşadığım, yani ruhsal ve düşünsel değişimim. Örneğin hayatımda yaşadığım en belirgin değişiklik ailemden ayrılıp üniversiteye ilk adımımı atmam ile oldu. Üniversiteye başlamadan önceki yaşantımda, hayatımı bu kadar kayda değer bir şekilde etkileyen neredeyse hiçbir şey olmamıştı ya da ben öyle zannediyorum. Fakat üniversitenin kasvetli yurt odasında, kendimle vakit geçirmek, aklımdakileri ölçüp tartmak için bol bol vakit buldum ve hayatın tamamen bir değişimden ibaret olduğu kanısına vardım.

    Özellikle bahsetmek istediğim kısım ise üniversite hayatıma başladığım zamanlarda yaşadığım değişimler. Üniversiteye başlamadan önce hayattan ve kendimden fazlasıyla beklentilerim vardı ve âdeta onları gerçekleştirmek için yaşıyordum. Yeterince çalıştığımda hepsini gerçekleştirebileceğime olan inancım tamdı. Üniversite hayatımın başlarında da bu inancımı korumaya devam etmeye çalıştım ancak üniversitede yapmayı planladığım her şeyi benden daha iyi yapan birilerinin olduğunu, aynı zamanda bu insanların her birinin en az benim kadar zeki ve çalışkan olduğunu fark etmem kendime olan inancıma ciddi bir hasar verdi. Aynı zamanda bu durum bütün hayatımı sorgulamama da vesile oldu. İşte hayatımı evrelere ayırma fikri zihnimde bu düşünceli zamanlarımda belirdi. İlk başlarda bu ayrımı üniversite öncesi ve sonrası olarak yapmaya çalışmıştım. Fakat daha sonradan fark ettim ki bu sorgulamayı ilk defa yapan ve aklına böyle bir fikir gelen ilk kişi tabi ki ben değildim. Sartre benden yıllar önce bu ayrımı akla çok daha yatkın ve evrensel bir biçimde yapmıştı: “Hayat üç bölümdür: Dünyayı değiştireceğini sandığın, dünyanın değişmeyeceğine inandığın ve dünyanın seni değiştirdiğine emin olduğun. [1]”. Bu değişimin zihin yapımı bu denli etkilemesinin sebebini özetlemek gerekirse; ben muhafazakâr, birbirine bağlı bir aile ve arkadaş çevresinde yetişmiştim. Çevremdeki insanlar her başarısızlığımda beni motive etmiş, inançlarımın sağlam kalmasını sağlamıştı. Onların hepsinden bir anda ayrı kalmak beni, dünyanın değiştirilemeyeceği gerçeğiyle karşı karşıya getirdi. Üstelik anlattığım üzere bu gerçekle yüzleşmemin beni değiştirmesi süreci de çok hızlı gelişti. Yani yaşadığım şokun nedeni birinci bölümden doğrudan üçüncü bölüme bir geçiş yaşamamdı.

    Üniversite hayatımın ilerleyen dönemlerinde geçirdiğim değişim ise muazzamdı. Murat Gülsoy’un “Ne kadar az yaşamışım bugüne kadar. [2]” sözünü doğrulayan onlarca olay yaşadım. Böyle düşünmemin en önemli sebeplerinden birisi şu, iki sene içinde yaşadıklarım beni o kadar değiştirdi ve olgunlaştırdı ki hayatımın şimdiye kadarki kısmını bir kenara bırakıp hayata yeniden başladığımı hissettim. Ancak ben bütün bunları yaşarken beraber büyüdüğüm benzer hayatlar yaşadığım insanlara baktığımda ya bu değişimleri benim gibi yaşamadıklarını ya da benden farklı olarak dünyaları yıkılsa da onların hiçbir şey olmamış gibi yaşamayı becerdiğini gördüm [3]. Ben ise değişimden o kadar fazla etkileniyorum ki yaşamaya aynı şekilde devam etmem, yani içimde kopan fırtınaları dışarıya yansıtmamam mümkün olmuyor. Bu yüzden değişmediğini iddia eden insanları derinden kıskanmaya başladım. Çünkü değiştiğinin farkına varmaya başladıktan sonra kendini, değişim gerçeğinin seni kapsamadığı yalanına inandırmaya devam etmek pek mümkün olmuyor. Ya da belki kendimi kandıran benim ve yaşadığımı hissedebilmek veya en azından yaşamaya devam edebilmek için kendimi değiştiğime inandırmam gerekiyor.


KAYNAKÇA

[1] Sartre, Jean Paul (2009). Varlık ve Hiçlik. İthâki Yayınları. syf. 68

[2] Gülsoy, Murat (2019). Ve Ateş Bizi Tüketiyor. Can Yayınları. syf. 52

[3] Gülsoy, Murat (2019). Ve Ateş Bizi Tüketiyor. Can Yayınları. syf. 174

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Özel

Hayatımın büyük bir kısmında şiirin hece-aruz benzeri ölçülerle ve uyaklarla yazılması gerektiğini düşündüm. Sanırım bu düşüncemin temelinde okulda şiir hakkında öğrendiklerim vardı. Gittiğim hiçbir okulda bir şiiri anlamlandırmaya çalışmak zorunda bırakılmadım. Bu yüzden de şiir hakkında bildiklerim sadece ölçü ve uyaklarını yorumlamaktan ibaretti. Her ne kadar eğitim sistemi bu konuda kabahatli olsa da bütün suçu bu şekilde üzerimden atmam da mümkün değil. Çünkü ben hayatım boyunca düz ve duygusuz takıldım; bu yüzden de hayatımda düz yazıyı şiirin önünde tutmam kaçınılmazdı. Sonuçta insan kendi doğrularını dış dünyanın somutluğu içinde bulursa şiire yüz vermezdi [1] . Onlarca roman-makale okumuşluğum olsa da lise sonlarına doğru elime geçen ‘Dualar ve Aminler’ kitabı ve ‘Safahat’ okumalarım dışında şiire pek fazla ilgi duymamıştım. Fakat şiirle ilgili görüşlerimi değiştiren daha doğrusu olgunlaştıran kişi İsmet Özel oldu.  İsmet Özel’in ismi lise zamanlarımda kulağıma çalınmıştı.

Geçti Ömür Ah ile, İçi Dolu Eyvah ile…

     Zamanın akışından bihaber olarak yani zamanın bize getirdikleri ve bizden götürdükleri üzerine düşünmeden yaşamak mümkün olabilir mi? Mesela geleceğe yönelik beklentiler ve sorumluluklar hissetmeden ya da geçmişte yaşadığımız olaylardan etkilenmeden, yaptıklarımızdan pişmanlık duymadan… Ben bunu defalarca denememe rağmen hiçbir zaman başarılı olamadım. Her denemem bana biraz daha olumsuzluk, hayatıma bir nebze daha kaos getirdi.      Bu düşüncelerimi diğer insanlarla paylaştığımda, geçmişe takılmamayı ve geleceğe karşı her zaman iyimser olmayı öğütlediler bana. Fakat bunun gerçekten başarılabilecek bir şey olduğu konusunda kararsızım. Çünkü insanın, kendi beyninin düşüncelerini ve kararlarını bile denetleyemeyecek ölçüde zavallı bir varlık olduğunu düşünüyorum. Ve yahut da ben, bu düşüncemin tek kaynağının da yine kendi beynim olduğunu bile algılama yetisine sahip değilim ve bu zavallılık durumu sadece bana özgü. Her hâlükârda ben, geçmiş ve gelecek konusundaki görüş ve düşünceler

Kimsen Var İken Kimsesiz Kalmak

     Ben kendi yalnızlığımı geleneksel anlayıştaki gibi “Kendiyle baş başa kalabilmek” olarak tanımlamıyorum. Benim için yalnızlık insanın kendine dâhi küsmesi ve düşünebilecek olumlu en ufak bir konu dâhi bulamamasıdır. Yani kendisiyle beraberken bile kendine küs olmak, kimsesi var iken kimsesiz kalmaktır [1] . Çünkü, benim kendimle baş başa kaldığımda düşünebileceğim ve yapabileceğim şeyler diğer insanlarla birlikteyken yapabileceklerimden çok daha fazla ve verimlidir. Aynı zamanda yalnızlığı geleneksel tanımına göre kullanacak olursam kendimi yalnız olarak tanımlayabileceğim anlar oldukça fazladır, yani neredeyse yaşadığım her an. Çünkü her insan gibi ben de Orwell’in de ifade ettiği üzere, yıldızvâri bir yalnızlık içindeyim  [2].  Yani, etrafımda onlarca hatta yüzlerce insan bile olsa kendi iç dünyamı onlara hiçbir zaman tam anlamıyla açamayacağım ve kendimi onlara tam ifade edemeyeceğim için hiçbir zaman bu yalnızlıktan kurtulamayacağımı düşünürüm.      Aynı zamanda, benim tek ba