Ana içeriğe atla

Benim Sadık Yârim Kara Topraktır

Eskiden hep diğer insanlardan önde ve başarılı olmanın hayatımın gayesi olduğunu düşünürdüm. Sadece akademik başarıdan söz ettiğimi sanmayın sakın. Elbette akademik olarak da başarılı olmak isterdim ancak başarma hırslarım sadece bu konuyla sınırlı değildi. Herkesten daha iyi resim yapmak, en hızlı koşmak, en lezzetli yemeği yapmak… Kısacası her konuda başarılı olmak isterdim. Bu hedefimi gerçekleştirmek için hayatım boyunca çalışıp durdum.

Geriye dönüp baktığımda bu uğraşlarımın her zaman olmasa da çoğu zaman sonuç verdiğini görüyorum. Bu yüzden hayatımı her zaman kendi istediğim gibi yaşama fırsatı buldum. Çünkü benim düşünceme göre başarılı olmak insana kendi hayatını istediği gibi yaşayabilme ve buna ek olarak diğer insanların hayatına da etki etme fırsatı sağlıyor fakat başarısız olan kişi etrafındaki insanlar tarafından yönlendirilmeye çalışılıyor. Ya da belki bu durum bana ve çevremdekilere özeldir ve genele vurmamın hiçbir mantığı yoktur, kim bilir? En azından benim deneyimlerim bu yöndeydi. Başarılı olduğum süre boyunca benden akıl isteyen insanlar, küçük büyük her türlü başarısızlığımda bana akıl verme ve hayatımın ilerleyişine etki etme girişiminde bulundular. Hayatım boyunca başarılı olmak istememin arkasında yatan sebep belki de hayatıma karışılmasına engel olmaktı, bilemiyorum. Ancak bildiğim bir şey var ki artık sürekli bir şeyler başarmaya çabalamaktan çok yoruldum.

Son dönemlerde içinde bulunduğum yalnızlık ve sahip olduğum az sayıda sorumluluk sayesinde bol miktarda kendimle baş başa kalma fırsatı buldum. “Yalnızlık bir insanın hayatında sahip olabileceği en kıymetli şeydir.[1]” diyor Mehmet Eroğlu. Gerçekten de öyle olduğunu fark ettim. Çünkü yalnız kaldığım bu süre boyunca hayatımı baştan sona gözden geçirdim, unutmaya başladığım evreleri yazıya döktüm. Bunları yaparken fark ettim ki benim hayatım boyunca süren başarma gayretimin arkasında düşük özgüvenim ve birilerinin bu durumu fark edebileceğinden kaynaklanan bir korku yatıyor. Yani aslında benim gayretimin arkasında yatan temel gaye başarma hevesi değil, başaramama ve içimdeki zayıflıkları açığa vurma korkusu. Fakat artık bu korkularla yüzleşmemin zamanı geldi de geçiyor bile.

Birkaç gün önce son zamanlarda kirada yaşadığımız apartman dairesinden ayrılıp bahçeli evimize geri döndük. Buraya geldiğimde fark ettim ki insanın kendiyle baş başa kalabilmesi için bile bazı dış şartların uygun olması gerekiyormuş. Kendi adıma konuşmam gerekirse ben, dört duvar arasında kendi sesimi dinlediğimi zannederken aslında aklımdakiler dünyevi düşüncelerden yani günlük yaşamın içindeki düşüncelerden başkası değilmiş. Her şeyin başladığı yere yani yalnızlığa döndüğüm ve toprağa yaklaştığım zaman ise içimi bir huzur kapladı. Toprağın yeni bitkilere can verme işine vesile olurken -ekim dikimle uğraşırken- ise bütün dünyevi düşüncelerden ve sorumluluklardan uzaklaşıp sadece kendi sesimi duymaya başladım. Bu sesin bana verdiği tavsiye, sadece başkalarının gözünde değerimi artırabilmek için gösterdiğim gayret ve elde ettiğim başarıların bana hiçbir fayda sağlamayacağı ve bu yüzden de bunları bir an önce terk etmem gerektiği…

“Hayatla ilgili bildiğimiz tek şey hüzünlü sonu…[2] diyor Mehmet Eroğlu. Gerçekten de toprakla baş başa kalınca ölümü kendime çok daha yakın hissettim. Bu durum da hayatımla ilgili kararları bir an önce almam için beni teşvik ediyor. Çünkü hayatı sona erdirecek olan ölüm, bu tarz dünyevi duygu ve düşünceleri benim için önemsiz kılıyor. Sonunda ölüm olduğunu bile bile bu kadar yaşama tutunmaya çalışmak ve gelip geçici işleri kafama çok takmak artık bana saçma geliyor. Bu yüzden artık hiçbir işime yaramayacak işlere gayret gösterip başarılı olmaktansa kendime uğruna ölmeye değecek bir iş bulup onun peşinden gitmeye karar verdim. Sonunda başarısızlık olsa da pek umurumda değil. Sonuçta sonunda ölüm olan hiçbir şey o kadar ciddi değildir.[3]


KAYNAKÇA

[1] Eroğlu, Mehmet (2018). Kıyıdan Uzakta. İletişim Yayıncılık. syf. 35

[2] Eroğlu, Mehmet (2018). Kıyıdan Uzakta. İletişim Yayıncılık. syf. 11

[3] Kafka, Franz (2018). Milena’ya Mektuplar. Mavi Çatı Yayınları. syf. 58

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Özel

Hayatımın büyük bir kısmında şiirin hece-aruz benzeri ölçülerle ve uyaklarla yazılması gerektiğini düşündüm. Sanırım bu düşüncemin temelinde okulda şiir hakkında öğrendiklerim vardı. Gittiğim hiçbir okulda bir şiiri anlamlandırmaya çalışmak zorunda bırakılmadım. Bu yüzden de şiir hakkında bildiklerim sadece ölçü ve uyaklarını yorumlamaktan ibaretti. Her ne kadar eğitim sistemi bu konuda kabahatli olsa da bütün suçu bu şekilde üzerimden atmam da mümkün değil. Çünkü ben hayatım boyunca düz ve duygusuz takıldım; bu yüzden de hayatımda düz yazıyı şiirin önünde tutmam kaçınılmazdı. Sonuçta insan kendi doğrularını dış dünyanın somutluğu içinde bulursa şiire yüz vermezdi [1] . Onlarca roman-makale okumuşluğum olsa da lise sonlarına doğru elime geçen ‘Dualar ve Aminler’ kitabı ve ‘Safahat’ okumalarım dışında şiire pek fazla ilgi duymamıştım. Fakat şiirle ilgili görüşlerimi değiştiren daha doğrusu olgunlaştıran kişi İsmet Özel oldu.  İsmet Özel’in ismi lise zamanlarımda kulağıma çalınmıştı.

Geçti Ömür Ah ile, İçi Dolu Eyvah ile…

     Zamanın akışından bihaber olarak yani zamanın bize getirdikleri ve bizden götürdükleri üzerine düşünmeden yaşamak mümkün olabilir mi? Mesela geleceğe yönelik beklentiler ve sorumluluklar hissetmeden ya da geçmişte yaşadığımız olaylardan etkilenmeden, yaptıklarımızdan pişmanlık duymadan… Ben bunu defalarca denememe rağmen hiçbir zaman başarılı olamadım. Her denemem bana biraz daha olumsuzluk, hayatıma bir nebze daha kaos getirdi.      Bu düşüncelerimi diğer insanlarla paylaştığımda, geçmişe takılmamayı ve geleceğe karşı her zaman iyimser olmayı öğütlediler bana. Fakat bunun gerçekten başarılabilecek bir şey olduğu konusunda kararsızım. Çünkü insanın, kendi beyninin düşüncelerini ve kararlarını bile denetleyemeyecek ölçüde zavallı bir varlık olduğunu düşünüyorum. Ve yahut da ben, bu düşüncemin tek kaynağının da yine kendi beynim olduğunu bile algılama yetisine sahip değilim ve bu zavallılık durumu sadece bana özgü. Her hâlükârda ben, geçmiş ve gelecek konusundaki görüş ve düşünceler

Kimsen Var İken Kimsesiz Kalmak

     Ben kendi yalnızlığımı geleneksel anlayıştaki gibi “Kendiyle baş başa kalabilmek” olarak tanımlamıyorum. Benim için yalnızlık insanın kendine dâhi küsmesi ve düşünebilecek olumlu en ufak bir konu dâhi bulamamasıdır. Yani kendisiyle beraberken bile kendine küs olmak, kimsesi var iken kimsesiz kalmaktır [1] . Çünkü, benim kendimle baş başa kaldığımda düşünebileceğim ve yapabileceğim şeyler diğer insanlarla birlikteyken yapabileceklerimden çok daha fazla ve verimlidir. Aynı zamanda yalnızlığı geleneksel tanımına göre kullanacak olursam kendimi yalnız olarak tanımlayabileceğim anlar oldukça fazladır, yani neredeyse yaşadığım her an. Çünkü her insan gibi ben de Orwell’in de ifade ettiği üzere, yıldızvâri bir yalnızlık içindeyim  [2].  Yani, etrafımda onlarca hatta yüzlerce insan bile olsa kendi iç dünyamı onlara hiçbir zaman tam anlamıyla açamayacağım ve kendimi onlara tam ifade edemeyeceğim için hiçbir zaman bu yalnızlıktan kurtulamayacağımı düşünürüm.      Aynı zamanda, benim tek ba