Ana içeriğe atla

Sabah 4'te Yağmurlarla

    Sene 2018 ya da 2019, yağmurlu bir eylül sabahı olması lazım, saat de 5 falan. Siren gibi öten bir alarm sesi ile dehşet içinde uyandım. O zamanlar da geç yatıp geç kalkmaya alışıktım her zaman olduğu gibi. Erken uyanmam gerektiği zaman da korkutucu alarm sesleri kullanmam gerekiyordu ki yataktan çıkabileyim. Kaçta yatmıştım hatırlamıyorum fakat birkaç saatten fazla uyumamış, uykumu da alamamıştım haliyle. Tek hamlede yataktan kalkabilir miyim diye denedim kendimi ama kendime gelememiştim daha. Sonrasında araba da sürmem gerekeceği için kendimi zorlayarak kalktım, tuvalete kadar vücudumu bir şekilde sürükledim. Bir yüzümü yıkayayım düşüncesi bari yüzümü yıkamışken bir abdest de alayım da sabah namazını kılayım düşüncesine dönüştü. Havaya baktım, güneş daha doğmamış ama ilk ışınlarını dağların tepelerinden sektirip pencereme kadar ulaştırmaya başlamıştı. Telefondan da kontrol ettiğimde imsak vaktinin girdiğini gördüm. Hızlısından bir abdest alıp sabah namazını durdum. Namaz biter bitmez de babama seslendim. Kimseyi uyandırmamaya çalışarak fısıltı gibi bir sesle uyanık olduğunu doğruladı. Sonrasında yanına gittiğimde onun da namazını kılmış, sırt çantasına son eşyalarını yerleştiriyor olduğunu gördüm. ‘Hazırsan çıkalım’ dedi, ben de hazır olduğumu onaylayınca arabaya binip havaalanına doğru yola koyulduk. Yolda pek bir şey konuşmadık galiba. İkimizin de kafası doluydu genel olarak, ama düşüncelerimizi kelimelere döküp birbirimizin moralini bozmak istemiyorduk galiba. Konuşsak belki kafa kafaya verip ağlayacak bir duruma gelirdik ama ne babam ne de -yaşamayı genel olarak ondan öğrenen birisi olan- ben böyle bir durumda olmak isterdik. Metanetini korumak; hüzünlerini, hayal kırıklıklarını, acılarını ve hatta öfkeyi dile getirememek pahasına önemliydi bizim için. Sadece ne zaman tekrar gelebileceksin, gelirken istediğin bir şey var mı, Bilkent ne zaman başlıyor gibi gündelik sorularla havaalanına ulaştık. Her zaman yaptığımız gibi babam çıkışın önünde dörtlüleri yakıp durdu, birbirimizi Allah’a ısmarladık. Ben şoför koltuğuna geçip eve dönmek için yola düşerken babam da ‘iç hatlar gidiş’ terminaline doğru yürümeye başlamıştı. Hareket ettikten bir süre sonra radyoyu açmak geldi içimden. Dinlemek istediğim, aradığım herhangi bir janra ya da müzik türü yoktu o anda. Bu yüzden radyoda zap yaparken türkü yayınlayan bir istasyona denk geldim. 93.9’du galiba frekans. Neşet Ertaş türküsü çalıyordu, ama türkünün sonlarıydı. Fısıldayarak şarkıya eşlik ederken bir taraftan bundan sonra ne başlayacak diye dinlemeye başladım. O zamanlar da çok dinlediğim için ezbere bildiğim bir Ahmet Kaya şarkısı çalmaya başladı. “Ağlama bu günler gelir de geçer babam…”. Bu şarkıyı daha önce de defalarca dinlemiştim ama sözleri hiç bu kadar dikkatimi cezbetmemişti. Sonra Ahmet Kaya’nın şarkının başında yaptığı serzenişe kulak kesildim. “... bir merhabasını istediğim, fakat o merhabayı benden esirgeyen dostlarım…” sözünü duyunca gözlerimin dolduğunu hissettim. Ama arabayı da hızlı kullandığım için kendime gelmem gerekiyordu. Ne de olsa hüzünlüyüm diye dünyanın çekilip bana yol verecek hali yoktu. Neyse biraz kendimi toparlayıp düşüncelere daldım. Ama birkaç saniye sonra “Sürgünlere yolladılar, sabah 4’te yağmurlarla” dizesini duydum. Bir anda dehşete düştüm. Elin adamı ile ben, ailem nasıl bu kadar benzer şeyler yaşayabilirdik? Dünya gerçekten çok küçüktü ve aynı şeyleri yaşayan birkaç kişi olarak birbirimizi mi bulmuştuk yoksa her insan sabah erken kalkıp bu şarkıyı dinlerken aynı şeyleri mi düşünürdü? Acaba algıda seçicilik yapıp şarkıyı tamamen kendi şartlarımda düşünüyor, sözleri tam da içinde bulunduğum durum için yazılmış gibi, açgözlülükle gasp edip bağlamından mı koparıyordum? 

    Bütün bunları düşünürken, yağmur da bir taraftan hızlanmaya başlamıştı. Hiç araba sürme konsantrasyonum kalmadığını, yağmurun da etkisiyle reflekslerimin beni koruyamayacağını hissetim. Bu yüzden yolda gördüğüm bir benzinliğe çektim arabayı. Markete girdim, ‘su falan alayım da kendime geleyim bari’ diye düşünerek. Ama o zaman fark ettim, bu kafayla sosyal bir ortama girmenin kötü bir fikir olduğunu. Çünkü ruh halim yüzümden de belli oluyordu. Kasadaki kadın acıyarak bana bakıyordu adeta. Neyse, suyu alıp çıkacakken acaba sigara da alsam mı diye düşündüm. Hayatımda o güne kadar toplasam 2-3 dal bile sigara içmemiştim ama o an bütün paketi içmek geliyordu içimden. Ama hem eve gidecektim hem de sigaranın bana ne faydası olacağını bile bilmiyordum. Belki de sadece filmlerdeki adamlara özenip rollenmek geliyordu içimden. Acaba bu role girmek benim hakkım değil miydi? Yani filmlerdeki adamlar kadar büyük şeyler yaşamamıştım belki dışarıdan izleyecek birisi için. Ama yaşadıklarımın ruh halime verdiği zararı düşündüm. Hiçbir zaman eski huzurlu halime dönemeyeceğimi fark ettim. Ne zaman yalnız kalsam, kabuğuma çekilsem ızdırap çekecektim. Bu düşünceler içinde, tabi ki sigara falan da almadan marketten çıktım. Eve yakın bir yerde belediyenin parkı vardı. Oraya kadar radyoda çalan sırayla şarkıları dinleyip sürmeye devam ettim. Bu arada ne çaldığını, ne düşündüğümü bile hatırlamıyorum. Belki çalan şarkılara eşlik etmişimdir belki de açık dünya oyunlarındaki trafik botları gibi kurallara uyup nereye gittiğimi bilmeden, omurilikten geldiği gibi araba sürmüşümdür. O anki hayatım sadece parkta oturduğum ana ulaşabilmek için yaptığım davranışlardan ibaretti. Ne zamanki parka vardım, müziği dinlediğim benden eser kalmadığını fark ettim. Evet belki değişen hiçbir şey olmamıştı, saat hala 6’ya varmamıştı, yağmur durmamıştı, bu günler gelip de geçmemişti… Ama ben o anki ben değildim artık. Belki etkisi olur diye müziği tekrar açtım telefonumdan. Tekrar tekrar dinledim. Ruh halim değişmemişti ama bu müzik hiçbir şey ifade etmiyordu parkta otururken. Sonrasında kalkıp eve gittim. Ne de olsa annem beklerdi evde. Hem geç kalmamalıydım hem de beni bu şekilde görmemeliydi. Parkın çeşmesinde elimi yüzümü yıkadım, suyumu içtim, eve kadar da hareketli bir şarkı açtım. Öyle ki, arabayı park edip eve yürürken beni gören insan bu kadar yolu dans ederek geldiğimi düşünürdü. Kendimi kontrol ettim, kapıyı çaldım. Annemin ‘nerede kaldın, merak ettik’ sorularını ‘hem hava karanlık, hem yağmur yağıyor o yüzden yavaş geldim’, ‘hem benzinliğe de uğradım’ diye geçiştirdim. Sonrasında geçtim odama, yattım yatağıma. Neler yaşadığımızı, insanların bize neler yaşattıklarını, kimin nasıl davrandığını, hiç beklemediğimiz insanların yanımızda olup, arar-sorar diye beklediğimiz insanların ortadan kayboluşlarını düşündüm. Hatırladıklarımın hepsinin ismini anıp teker teker sövdüm. Sonrasında bir karar verdim. Daha doğrusu zaten verdiğim bir kararı dile döktüm. Bu hayatı neden yaşıyorum, yaşamaya devam edecek nedeni nasıl buluyorum sorusunun cevabı benim için o gün, o sabah netleşmişti. Bu soruya bundan sonraki hayatımda vereceğim cevap ‘ailem için yaşıyorum’du. Evet, bundan sonra gerçekten de ailem için yaşayacak, onların fiziki olarak yanında olamasam bile arayıp sormayı ihmal etmeyecektim. Elime geçen her şeyi onlarla paylaşmak zaten sorumluluğumdu, ama elime bir şey geçmese de onlardan hiçbir şey bekler durumda olmayacak, benim için hiçbir zaman endişe etmemelerini, ‘o başının çaresine bakar’ demelerini sağlayacaktım. Zamanı gelince -eğer gelirse-, elime güç geçince de bize bunu yaşatanlardan intikamımızı almak boynumun borcu olacaktı.

    Zaman geçti, ben büyüdüm, onlar yaşlandı. Ama olaylar hiç beklediğim gibi gelişmedi. Zaman geçtikçe, o sabah adını koyduğum yaşama nedenim olan kararın ağırlığını hissetmeye başladım. Ben hep depresif bir insandım. En ufacık bir şeyi başaramasam 1 hafta neden bulmak için düşünür, bir sürü başka şeye de geç kalırdım. Böyle böyle daha çok şey kaçırmaya, daha depresif olmaya başladım. Ailem için yaşayacaktım… diye düşünüyor ama kendim için yaşamayı ve hatta yaşamayı bile bilmiyordum. Bu da beni onlardan uzaklaştırıyordu. Onların kendi dertleri vardı. Benim sanal dertlerimi anlatıp onları üzmeye hakkım yoktu. Hiçbir zaman da kendimi tam anlamıyla anlatabilen bir insan olamadım. Kendimi yanlış anlatacaktım, onlar dertlerime çare arayacaktı, sonra ben kendimi aktaramadığım için hem çare bulamayacak, hem de tekrar tekrar anlatmaktan katmerli bir dert sahibi olacaktım. Çok uzattım belki ama demem o ki, böyle böyle ailemden iyice uzaklaştım. Günlük konuşmalarımızı aksatmamaya özen göstersem de konuştuğunuz şeyler günlük dertlerimizden ibaret olmaya başladı. Ne ben onların kederlerini, hayal kırıklarını tam anlamıyla anlayabildim, ne de kendi üzüntülerimi, beklentilerimi dile getirebildim. Ama ne fiziksel ne duygusal mesafelerimiz benim hayatımı ne için yaşamaya devam edeceğim sorusunun cevabını değiştirmedi. Sadece bu mesafeler arttıkça hayatı yaşamaya dair hevesim azaldı, yaşama motivasyonum düştü. Evet, ailem için yaşayacaktım, bunun tersi düşünülemezdi ama adeta yaşamıyor sadece ölüme yaklaşıyorum. Onlar kendi dertlerine benim yanımda, benim de fikrimi alarak çözüm arıyorlar ama ben çözüm yolunda hiçbir şey önerecek durumda bile değilim. Kendi hayatımdaki küçük-büyük dertlerime çoğu zaman çözüm bulurum, hatta sorun çözücü yeteneğimle de övünürdüm ancak dert görmeyen derdi var zannediyor hakikaten. Onlar bana sıkıntılarını anlatmak istiyor, onların derdiyle dertleneyim istiyorlar ama ben gerçekten dinleyebilecek durumda bile değilim. Dertlerini baştan sona dinlesem, hayal kırıklıklarını, hissettiklerini anlamaya çalışsam kendimde bunları dinlemeye dahi dayanacak güç olmadığını hissediyorum. Onların yanında gözlerimin dolmasından, benden çözüm beklerken benim onlara yeni dertler çıkaracağımdan korkuyorum. Bunun sonucu olarak da daha önce de anlattığım gibi kendimi tamamen soyutluyorum. Çünkü sorununu çözmek zorunda olmadığım ‘arkadaş’ dediğim insanların yanında kendimi konfor alanında hissediyorum. Onların sorunlarını anlıyor ama hissetmiyorum, bu da bana çözüm önerisi sunma hadsizliğini veriyor. 

Bazen düşünüyorum da, belki de hayatın heyecanı tam olarak burada bitti benim için. Yaşıyorum ama sanki sadece ölüme doğru sürükleniyorum. İçimde hâlâ o sabahın sesi var; yağmurun, yolun, ayrılığın sesi. Zaman geçti, ben büyüdüm, onlar yaşlandı ama o sabah içimde hiç bitmedi. Her şeye rağmen, hâlâ ailem için yaşıyorum. Belki sadece bu cümleler tuttu beni hayatta, belki de sadece bu cümleler zincirledi.

    Ağlama, bu günler gelirde geçer babam
    Ağlama, bu dertler elbet biter babam
    Ocaksız köylerimde, dumanlar tüter elbet
    Ben yandım, siz yanmayın Allah aşkına 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Yaşasak mı Ölsek mi, Karar Vermek Zor

     Çoğu insan doğadaki en insani kavramı neden aklından çıkarmaya çalışıyor? Bahsettiğim kavram akıllarına geldikçe telaşa kapılıp derhâl akıllarından çıkarmak ve rutin hayatlarına devam etmek için çaba sarf ediyorlar. Hangi kavramdan bahsettiğimi anlayabildiniz mi, arkadan biri söyledi sanki, evet doğru “Ölüm” kavramı. Peki ölümü unutmak ya da hiç hatırlamamak için neden bu kadar uğraş veriyoruz? Sanırım soyut kavramları tam olarak anlamlandırmaktan âciz olan beynimizin bize bu konuda bir tanım sunamamasından dolayı korkuyoruz. Peki ya ölümü tanımlayamayan ve anlamlandıramayan insanlar olarak, sınırlı ve sona ermeye mahkûm olan hayatımızı anlamlandırmayı nasıl başarabiliriz ki? Açıkçası ben, ölümün bir gün herkesin kapısını çalacağı gerçeğini yok sayarak bunu hiçbir zaman başaramayacağımı düşünüyorum.      Âdemoğlu ölümü hatırlamaktan çok çekiniyor. Öyle ki şehirlerde mezarlık yanlarında inşaat ve yapılaşma miktarı bile çok düşük. Çünkü insanlar olarak ...

Özel

Hayatımın büyük bir kısmında şiirin hece-aruz benzeri ölçülerle ve uyaklarla yazılması gerektiğini düşündüm. Sanırım bu düşüncemin temelinde okulda şiir hakkında öğrendiklerim vardı. Gittiğim hiçbir okulda bir şiiri anlamlandırmaya çalışmak zorunda bırakılmadım. Bu yüzden de şiir hakkında bildiklerim sadece ölçü ve uyaklarını yorumlamaktan ibaretti. Her ne kadar eğitim sistemi bu konuda kabahatli olsa da bütün suçu bu şekilde üzerimden atmam da mümkün değil. Çünkü ben hayatım boyunca düz ve duygusuz takıldım; bu yüzden de hayatımda düz yazıyı şiirin önünde tutmam kaçınılmazdı. Sonuçta insan kendi doğrularını dış dünyanın somutluğu içinde bulursa şiire yüz vermezdi [1] . Onlarca roman-makale okumuşluğum olsa da lise sonlarına doğru elime geçen ‘Dualar ve Aminler’ kitabı ve ‘Safahat’ okumalarım dışında şiire pek fazla ilgi duymamıştım. Fakat şiirle ilgili görüşlerimi değiştiren daha doğrusu olgunlaştıran kişi İsmet Özel oldu.  İsmet Özel’in ismi lise zamanlarımda kulağıma çalınmı...

Tanıdığınız Psikolog Var Mı?

    Bazı insanlar hiçbir zaman kendini tam anlamıyla huzurlu hissedemez. Başlarına gelen en güzel olaylarda bile her zaman derin bir kaygıdan doğan huzursuzluğu taşırlar. Ben de kendimi bu insanlardan biri olarak görüyorum. Bence insanın kendini bu kaygılardan arındırabilmesinin yolu bu kaygılara duyarsız kalması veya kaygılarının ve acılarının müsebbibi olarak bir günah keçisi bulmasıdır. Yine de insanın bir anlık da olsa kendini tamamen huzurlu hissedebileceği fikri saçma gelir bana. Peki ya benim ‘devamlı huzursuzluk’ fikrimin onlara ne kadar mantıklı geldiği de ayrı bir tartışma konusu. Esasında burada iki ihtimal var: Ya huzursuzluk insan tabiatının en doğal mekanizmalarından biridir ya da benim en yakın zamanda psikolojik destek almam gerekiyor…      “Tam tersi sanılır ama hayatta normal olan huzursuzluk durumudur, huzur ise çok ender yakalanan geçici anlardır. [1] ” demiş Zülfü Livaneli. Ben de kendimi bildim bileli içimde her zaman önceden gerçekleşen ve...